BHAKTIVEDANTA
BOOK TRUST TÜRKİYE

Sepet
0.00
0

EN

0

Ruhun Doğası Üzerine

İnsanın en kadim problemlerinin belki de en başında geleni varoluşun kökeninin ne olduğudur. Bu soruya zamana, coğrafyaya ve koşullara göre farklı şekillerde cevaplar verilmeye çalışılmıştır. Geleneksel toplumlar canlı varlığın kökeninin yüce bir ilahtan kaynaklandığı konusunda hemen hemen hemfikirdirler. Bu ilah farklı kültürlerde farklı isimlerle adlandırılsa da, yegane yaratıcı olması niteliği değişmemiştir. Modern zamanla birlikte geleneksel anlayışın yerini maddeci bakış açısı almış, deneyle gözlemlenebilir olmayan tüm olgular dogma olarak kabul edilmiştir.

Benzer durum ruh kavramı için de geçerlidir. Geleneksel toplum ruhu ilahi bir varlık olarak tanımlarken, modern düşünce onu mikroskopla aramaya devam etmektedir. Nörologlar ve ruhbilimciler bu konuda uzun yıllardır pek çok çalışma yapmalarına rağmen tatmin edici bir sonuca ulaşamamışlardır. Özgün Bhagavad-gītā (2.29) bu konuda şöyle der: Bazıları ruha hayretler içinde bakar, bazıları onu hayret verici olarak betimler ve bazıları onun hakkında birçok şey duymuş olmasına rağmen onu anlayamaz.” 

Vedik metinlerin önemli parçası ve insanlık tarihinin en kadim metinleri olan Upaniṣadlar ruh üzerine pek çok tanımlama yapar. Ruhun yapısıyla ilgili Śvetāśvatara Upaniṣad’da (5.9) şöyle söylenir: “Bir saçın uç noktası yüz parçaya bölündüğünde ve yine bu parçaların her biri yüz parçaya ayrıldığında, bu parçaların her biri ruhun boyutunun ölçümüdür.”

Mundaka Upaniṣad‘da ise ruh kavramı şu şekilde açıklanmaktadır: “Ruh atom boyutundadır ve mükemmel zeka ile algılanabilir. Bu atomik ruh beş çeşit havada yüzer [prāṇa, apāna, vyāna, samāna ve udāna] kalbin içinde bulunur ve etkisini her yere yayar. Ruh beş çeşit maddi havanın kirlenmesinden arıtıldığında manevi etkisi ortaya çıkar. ” (Mund. 3.1.9) 

Vedalarda bunun gibi ruhun doğasını ve yapısını tasvir eden pek çok betimleme vardır.

Ayrıca vedik metinler bedenden bahsederken onun sekiz unsurdan oluştuğu söyler. Vedalara göre ateş, hava, toprak, su ve eter olmak üzere beş kaba; zihin, zeka ve sahte benlik olarak üç ince unsur maddi bedeni oluşturur. Modern bilim günümüzde bu unsurları belli bir dereceye kadar anlamlandırabilse de, bilinç ya da ruhun doğası üzerine pek az şey söyleyebilmektedir. En son yapılan bazı araştırmalarla bilinç ile bedenin özdeş olmadığı, beden öldüğünde bilincin var olmaya devam ettiği gözlemlenmiştir. Gene bu kutsal metinlerde ruhun varlığının göstergesi olarak bilincin varlığı vurgulanır. Śrīla Prabhupāda, Özgün Bhagavad-gītā 2. bölüm 17. kıtanın açıklamasında şöyle söyler: “…Bu nedenle, bireysel ruh parçacığı, maddi atomlardan daha küçük bir ruhsal atomdur ve bu atomlar sayısızdır. Bu çok küçük ruhsal kıvılcım, maddi bedenin temel prensibidir ve böyle bir ruhsal kıvılcımın etkisi, tıpkı ilacın etken maddesinin vücuda yayılması gibi tüm vücuda yayılır. Ruhun bu akışı vücudun her yerinde bilinç olarak hissedilir ve bu, ruhun varlığının kanıtıdır. Sıradan bir kişi, maddi bedenden bilinci çıkarınca geriye ölü bir beden kaldığını anlayabilir ve bu bilinç vücutta hiçbir maddi yöntem aracılığıyla canlandırılamaz. Bu nedenle, bilinç herhangi bir miktarda maddi kombinasyondan değil, ruhtan kaynaklanır….Herkes neyin tüm vücuda yayıldığını anlayabilir: Bu, bilinçtir. Herkes kısmen ya da bir bütün olarak bedenin acılarının ve zevklerinin farkındadır. Bilincin bu şekilde yayılması kişinin kendi bedeni ile sınırlıdır. Bir bedenin acıları ve zevkleri diğeri tarafından bilinmemektedir. Bu nedenle, her beden tek bir ruhun somutlaşmış halidir ve ruhun varlığının belirtisi bireysel bilinç olarak algılanır.

Kadim kutsal metinler Kṛṣṇa’nın üç temel enerjisi olduğunu söyler. Bu enerjiler içsel, dışsal ve marjinal olarak, diğer bir deyişle ruhsal, maddi ve kimi zaman ruhsal kimi zaman ise maddi olanın etkisine giren şeklinde sınıflandırılır. Ruhsal dünya içsel, maddi dünya dışsal enerjinin tezahürüdür. Jīva olarak adlandırılan bireysel ruh ise kimi zaman ruhsal, kimi zamansa maddi enerjinin etkisi altında kalabilmesi nedeniyle Kṛṣṇa’nın marjinal enerjisi olarak sınıflandırılır. Canlı varlık maddi aleme geldiğinde ve maddi bilinçte hareket ettiğinde gerçek konumunu unutur. Nitelik olarak Yüce Olan ile aynı olsa da nicelik olarak kıyaslanamayacak kadar O’ndan küçüktür ve O’nun ayrılmaz bir parçasıdır.  Maddi alemde bu pozisyonunu unutarak bir bedenden diğerine gezen canlı varlık, ruhun doğasından bihaber pek çok yaşam sürer.   

Özgün Bhagavad-gītā’da (2.20) ruhun doğası ile ilgili önemli bir başka bilgi daha verilir: Ruh için hiçbir zaman ne doğum vardır ne de ölüm. O var edilmemiştir, var edilmez ve var edilmeyecektir. O doğmamıştır, ebedidir, hep var olandır ve kadimdir.  Vücut öldüğü zaman ruh ölmez.

Gene Özgün Bhagavad-gītā’da (2.16) bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapılır: “Hakikati gören kişiler, varolmayanın (maddi vücudun) dayanıklı olmadığı ve ebedi olanın (ruhun) değişime uğramadığı sonucuna varmışlardır. Bu sonuca, her ikisinin de doğasını inceleyerek ulaşmışlardır.” 

Ruha verilen bir diğer isim de ātma’dır ve yukarıda bahsedildiği gibi canlı varlığın kalbinde ikamet eder. Ve yine canlı varlığın kalbinde Paramātmā olarak adlandırılan bir ruhun daha olduğu söylenir. Para yüce anlamına gelir. Yani Paramātmā, Yüce Ruh demektir. Şöyle bir benzetmeyle, bu iki ruhun konumu açıklanır: Canlı varlığın kalbinde bir ağaç vardır ve bu ağaçta iki kuş bulunur. Kuşlardan biri sürekli ağacın dallarında yetişen meyveleri yemekle meşguldür. Diğeri ise herhangi bir eylemde bulunmaz ve meyveleri yiyen kuşu izler. Meyveleri yemekle meşgul olan bireysel ruh, gözlemci ise Yüce Ruhtur. Bizler bu dünyada maddi beden içerisinde yalnızca maddi keyif alma telaşı içerisindeyiz. Fakat ruhumuzu ve onun tabiatını unuttuğumuzdan, onu gerçek ve kalıcı bir şekilde nasıl doyurup tatmin edebileceğimizi bilemeyiz.   

Tüm bu betimlemeler ruhun doğası üzerine derin bir tefekkürü gerekli kılıyor. Vedānta Sūtralar’ın ilk kıtası, “Athāto brahma jijñāsā” ile başlar; yani, “Şimdi brahman hakkında düşünme zamanı,” der. İnsan bedenine girmiş canlı varlık her yere yayılan ruhun doğası üzerine düşünmekle yükümlüdür. Ancak bu şekilde kişinin gerçek tabiatını anlaması ve ona yaklaşması mümkün olabilir. Ve yalnızca bu yakınlaşma bize gerçek mutluluğu tatma şansını verebilir.

Benzer Yazılar

yogaveayuverda
Bhagavad Gita'nın Özeti2
Müziğin Yogası
20240601_123800